Türkiye'nin Avrupa–Asya hattında yeni enerji üssü
Enerji tarihinin her kırılma anı, yalnızca yakıt türlerinin değişiminden ibaret değildir; aynı zamanda güç merkezlerinin yeniden dağıtıldığı dönemlerdir.
Bugün dünya hidrojen ekonomisine adım atarken, klasik petrol–doğalgaz denkleminden doğan jeopolitik hiyerarşilerin yeniden biçimlendiği bir sürece giriyoruz. Avrupa’nın Rusya kaynaklı fosil yakıt bağımlılığını kalıcı şekilde azaltmak istediği, Asya’nın ise artan enerji talebini hem sürdürülebilir hem de stratejik açıdan kontrol edilebilir biçimde teminat altına almaya çalıştığı bu dönemde, Türkiye çok dikkat çekici bir konuma doğru ilerliyor. Çünkü ilk kez yalnızca bir “geçiş güzergâhı” değil, aynı zamanda hidrojen üretiminde bölgesel bir aktör olarak masadaki yerini güçlendirme fırsatına sahip.
Bugün Almanya, Hollanda ve Fransa, yeşil hidrojen arz güvenliğini Avrupa’nın yeni “enerji güvenliği doktrininin” merkezine koymuş durumda. AB Komisyonu’nun 2030 yılına kadar yılda en az 10 milyon ton yeşil hidrojen üretme ve aynı miktarı üçüncü ülkelerden ithal etme hedefi, yalnızca enerji dönüşümüne dönük bir hedef değil; dış politikanın enerji kanalını yeniden tasarlayan stratejik bir hamle. Diğer tarafta Japonya ve Güney Kore gibi teknoloji merkezleri, yeşil hidrojen lojistiğini hızlandırmak için Avustralya ve Orta Doğu’daki potansiyel üreticilerle uzun vadeli anlaşmalar imzalamaya başladı. Böyle bir tabloda Türkiye’nin coğrafi konumunun bir kez daha merkezi bir rol oynadığı açıktır; fakat bu kez yalnızca transit kapasitesi nedeniyle değil, üretim yapılabilirliği nedeniyle.
Türkiye’de 2023 yılında ilan edilen Ulusal Hidrojen Teknolojileri Strateji ve Yol Haritası, devletin bu alanda yalnızca gözlemci değil doğrudan yönlendirici bir rol üstleneceğini ortaya koyuyor. Strateji belgesinde yer alan hedefler arasında 2035 yılına kadar düşük karbonlu hidrojenin ülke içi toplam enerji tüketimindeki payını %11’e çıkarma hedefi dikkat çekici. Özellikle Ege ve İç Anadolu’daki yüksek güneş radyasyonuna sahip bölgelerde kurulan GES projelerinin, elektroliz yoluyla hidrojen üretimine yönlendirileceği açıkça belirtilmiş durumda. Buna ilave olarak Bandırma ve Ceyhan’da kurulması planlanan hidrojen depolama ve ihracat terminalleri, Türkiye’nin artık bu alanda bir “geçiş ülkesi” değil, doğrudan “üretici–ihracatçı” ülke olarak konumlanmak istediğini göstermektedir. Ayrıca Türkiye bu doğrultuda Japonya, Birleşik Arap Emirlikleri ve Güney Kore gibi ülkelerle hidrojen teknolojileri ve ortak üretim konusunda mutabakat anlaşmaları imzalayarak uluslararası düzeyde stratejik iş birliklerine de adım atmıştır. Ayrıca Türkiye, 2024 yılında Hydrogen Europe platformuna gözlemci üyelik başvurusunda bulunarak Avrupa hidrojen piyasasına kurumsal düzeyde entegre olma iradesini açıkça ortaya koymuştur. Buna paralel olarak Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı, YEKA modeliyle hidrojen üretimine yönelik elektrolizör yatırımlarını desteklemeyi ve Ar-Ge teşviklerini bu alanı kapsayacak şekilde genişletmeyi planlamaktadır.
Bu noktada kritik bir husus daha var: Yeşil hidrojen ticareti yalnızca enerji faktörü değil lojistik, standardizasyon ve güvenlik faktörleriyle birlikte değerlendiriliyor. Almanya’nın Kuzey Denizi kıyısında kurduğu Wilhelmshaven terminali, sadece ithalat noktası değil aynı zamanda dağıtım ve sertifikasyon merkezi olarak çalışacak şekilde tasarlandı. Benzer şekilde Türkiye’de de Sakarya Gaz Sahası’nın yakınında kurulması planlanan hidrojen hub’ı, Trans Anadolu Doğal Gaz Boru Hattı (TANAP) üzerinden Avrupa’ya taşınabilecek karışımlı (H2/CH4) gazların sertifikasyonuna imkân tanıyacaktır. Bu durum, Türkiye’yi hidrojen standardizasyonunda Avrupa ile teknik uyum geliştiren bir ülke konumuna taşıyabilir ve dolayısıyla uzun vadeli stratejik enerji ortaklığını kalıcı hâle getirebilir.
Bugün itibarıyla dünya genelinde yeşil hidrojenin üretim maliyeti kilogram başına yaklaşık 3–5 dolar seviyesinde seyrediyor. Uluslararası Enerji Ajansı (IEA), güneş ve rüzgâr potansiyeli yüksek ülkelerde bu maliyetin 2030’a kadar 1.5–2 dolar seviyesine ineceğini öngörüyor. Türkiye’nin GES Kurulu gücü 12 yıl önce 40 MW iken bugün 12 GW’ı aşmış durumda. Bu büyüme eğrisi sürdürülebilirse, Turhanlı (Niğde) ve Karaman havzalarında kurulacak elektrolizör merkezleri sayesinde kilogram başına maliyetin 2 dolar seviyesinin altına düşürülmesi mümkün hale gelecektir. Bu da Türkiye’nin hidrojen ihracatçısı niteliğini sadece coğrafi avantajla değil açık bir maliyet avantajıyla destekleme fırsatı anlamına geliyor.
Dolayısıyla Türkiye’nin önünde iki kritik tercih var: İlki, hidrojen geçiş güzergâhı olarak sonsuz sayıda kısa vadeli transit anlaşmalarına yönelmek; ikincisi ise uzun vadeli üretim–sertifikasyon–ihracat zincirini kurarak küresel hidrojen diplomasisinin aktif oyuncularından biri haline gelmek. Bugün Türkiye sadece enerji nakil hatlarının kesiştiği coğrafi bir kavşak değil, yeşil enerji üretim altyapısını hızla güçlendiren ve bu kapasiteyi bölgesel pazara dönüştürmek isteyen bir ülke olarak öne çıkıyor. Bu nedenle yapılacak her stratejik hamle yalnızca enerji alanında bir tercih değil, dış politika perspektifinde uzun vadeli bir konumlanma anlamına gelecektir.
Yeşil hidrojen alanındaki teknolojik yetkinliklerin yerli sanayiyle bütünleştirilmesi, Türkiye’yi yalnızca hammaddenin değil aynı zamanda teknolojinin de ihracatçısı haline getirebilir. Avrupa Birliği’nin H2Med gibi projelerle Akdeniz’den hidrojen tedarik etmeye yöneldiği bir dönemde, Türkiye bu koridora entegre olması halinde orta vadede bölgesel fiyat belirleyicilerden biri haline gelebilir. Tersine, sadece transit niteliğiyle sınırlı kalınması durumunda stratejik değer artışı kısa ömürlü olabilir. Bu yüzden önümüzdeki on yıl, Türkiye’nin hidrojen ekonomisinde izleyici mi yoksa oyun kurucu mu olacağını belirleyecek kritik bir eşik olarak görülmelidir. Bu kez Türkiye’nin önünde sadece enerji rotalarını takip etmek değil, bizzat o rotaları belirleyen ülke olmak gibi tarihi bir fırsat var.