officialkunco @ gmail.com

Armageddon Başladı mı? Ortadoğu’da Savaş

Ortadoğu’da son yıllarda yaşanan gelişmeleri yalnızca diplomatik krizler, enerji rekabeti ya da etnik çatışmalarla açıklamak yetersiz kalıyor. Irak'ın işgali, Suriye'nin parçalanması, İran’a yönelik kuşatma politikaları, Filistin’in haritadan silinişi, Lübnan’ın istikrarsızlaştırılması ve Türkiye’nin güney sınırına örülen duvarlar… Bunlar bir bütünün parçaları gibi görünüyor.
Peki, bu stratejilerin arkasında yalnızca klasik güç politikası mı var? Yoksa çok daha eskiye, kutsal kitapların satır aralarına kadar uzanan başka bir çerçeve mi söz konusu?
Amerika’da Evangelist Hristiyan gruplar arasında yaygın bir inanca göre, kıyamet öncesi büyük bir savaş – Armageddon – yaşanacak ve bu savaşın ardından Mesih yeryüzüne inecek. Bu kehanete göre önce İsrail’in topraklarını genişletmesi, Kudüs’ün merkez hâline gelmesi ve düşmanların doğudan, yani Fırat’ın ötesinden gelmesi gerekiyor.
Bu düşünce yalnızca dini sohbetlerde kalmıyor. Zamanla bu inançla yetişen bireyler ABD Kongresi’nde, başkanın çevresinde ve dış politika kurumlarında yer alıyor. Böylece İncil’deki pasajlar diplomatik karar süreçlerine dâhil olmaya başlıyor. Ronald Reagan döneminde bu kehanetlere ilk kez açıkça atıf yapılmıştır. Reagan’dan bu yana birçok Cumhuriyetçi lider, Ortadoğu politikalarında İncil’in kehanetlerini dolaylı da olsa göz önünde bulundurduklarını beyan etmiştir.
İncil’in Vahiy Kitabı’nda şöyle yazar: “Altıncı melek tasını büyük Fırat Nehri’ne boşalttı. Nehir kurudu ki, Doğu’dan gelecek kralların yolu açılsın.” Ve ardından: “Onları Tanrı’nın büyük gününde savaşmak üzere Armageddon denilen yere topladılar.”
Bu pasajlar bazı çevrelerce bugünün politik olaylarıyla eşleştiriliyor. Fırat’ın kuruması, Çin-İran-Rusya ekseninin İsrail’e karşı konumlanması, Kudüs’ün statüsü gibi gelişmeler, kehanetlerin gerçekleştiği inancını pekiştiriyor. NASA’nın 2022 tarihli Landsat uydu görüntülerine göre, Fırat Nehri'nin debisi 2000’li yıllardan bu yana yaklaşık %40 azalmıştır. Bu durum hem iklim değişikliği hem de bölgesel su politikalarının etkisiyle açıklanmaktadır. Ancak bazı dini çevreler, bu doğal gelişmeleri bile metafizik anlamlarla yorumlamaktadır.
Bu bakış açısı, İsrail’e verilen koşulsuz desteğin yalnızca stratejik değil, aynı zamanda inanç temelli bir görev gibi algılanmasına yol açıyor. İsrail’in Kudüs’ü başkent ilan etmesi, Batı Şeria’daki yerleşim politikaları ve Gazze’ye yönelik baskılar, bazı yorumlara göre Tevrat’ta geçen “vaat edilmiş topraklar” anlayışının adım adım hayata geçirilmesi olarak değerlendirilmektedir.
Tevrat’ın Tekvin 15:18 ayetinde Tanrı’nın Hz. İbrahim’e şu sözleri yer alır: “Mısır Irmağı'ndan büyük Fırat Irmağı'na kadar uzanan bu toprakları senin soyuna vereceğim.”
Bu ifade, bugünkü haritaya uyarlandığında Mısır, Ürdün, Suriye, Irak ve Türkiye’nin güneydoğusunu kapsayan geniş bir alan ortaya çıkıyor. Bu tarihsel pasaj, bazı aşırı sağcı dini gruplarca Tanrı’nın değişmez vaadi olarak kabul ediliyor. Nitekim bazı haritalarda Urfa, Gaziantep ve Hatay gibi şehirler bu kutsal sınırlar içinde sembolik olarak gösterilmektedir. Dini yayınlarda grafik olarak işaretlenen bu bölgeler, kimi seminerlerde ve dini okullarda görsel anlatımla da kullanılmaktadır. Elbette bu haritalar resmi belgeler değil; belirli grupların inanç temelli yorumlarını yansıtmaktadır. Bu nedenle bunları tüm bir inanç topluluğunun görüşüymüş gibi genellemek doğru olmaz.
2020 yılında imzalanan Abraham Anlaşmaları da sıradan bir diplomatik belge olmanın ötesinde, sembolik bir değer taşımaktadır. “İbrahim’in mirası”, “kutsal topraklar için barış”, “Tanrı’nın çocukları” gibi ifadeler, yalnızca siyasi değil, inanç merkezli bir düzen inşasına işaret etmektedir. Bu anlaşmalar, dinsel söylemlerin diplomasiye entegre edilmesinin çarpıcı örneklerinden biri olarak yorumlanmaktadır.
Ortadoğu’daki gelişmeleri yalnızca enerji hatları ve petrol rezervleriyle açıklamak artık yeterli değil. Bu coğrafyada yaşananlar, binlerce yıllık kutsal metinlerin gölgesinde şekilleniyor. Bazı çevreler, bu metinleri doğrudan harita çizmek için referans olarak alıyor. Dini metinler, günümüzde bazı siyasi stratejilere dönüşmüş durumda.
İddia edilen bu büyük planın merkezinde İsrail bulunuyor gibi görünse de bu, tüm İsrail halkını ya da devletini hedef alan bir yaklaşım değildir. Dikkatler, bu kutsal senaryoları siyasi eylem planlarına dönüştüren dar ideolojik gruplara çevrilmelidir. Aynı zamanda bu anlatıları çıkarları doğrultusunda kullanan uluslararası çevrelerin rolü de göz ardı edilmemelidir. Dolayısıyla konu, bir din ya da millet değil; bu kutsal referansları güncel siyaset mühendisliğine dönüştüren sınırlı yapılardır. Bu da eleştirinin dini değil, politik bağlamda kaldığını gösterir.
Türkiye bu senaryoların dışında değil; bilakis tarihî, kültürel ve stratejik önemi nedeniyle çoğu zaman bu hesapların merkezinde yer alıyor. Fırat ve Dicle havzaları, Doğu Akdeniz'deki enerji geçişleri ve İran sınırındaki denge noktaları, bazı inanç sistemlerinde yalnızca coğrafi değil, sembolik anlamlar taşıyan alanlar olarak görülüyor. Bu bölgeler kimi çevrelerce “kehanet coğrafyası” olarak da adlandırılıyor.
Ancak Türkiye, sıradan bir ülke değildir. Tarih boyunca büyük medeniyetlere ev sahipliği yapmış, güçlü devlet geleneğini bugün de kararlılıkla sürdüren köklü bir Cumhuriyettir. Son yıllarda savunma sanayisinde elde ettiği başarılarla kendi güvenliğini sağlayan, aynı zamanda bölgesel barışa katkı sunan etkin bir aktör hâline gelmiştir. Milli teknoloji hamleleri, modern ordusu ve dinamik kurumlarıyla, küresel gelişmelere karşı her yönüyle hazırlıklı bir ülkedir. . Türk Silahlı Kuvvetleri’nin gerçekleştirdiği Barış Pınarı, Zeytin Dalı ve Pençe-Kilit gibi sınır ötesi operasyonlar, Türkiye’nin güvenliğini sağlarken aynı zamanda bölgedeki dengelere yön veren adımlar olmuştur.