h.kanaatli @ hotmail.com

HAYIR VE ŞER ALLAH’TAN MIDIR?

ŞER NEDİR?

   “Şer”; aslında hoşumuza gitmeyen “yıkıcı kötülük” tür! Ve “Şer” mutlak değil “görecelidir!”  Yani bizim için şer olarak gözüken şey, bir başkası için hayır olarak görülebilir! Başkasının “hayır” olarak gördüğü şey de bizim için şer olabilir! Yani insanlar hayra şer ve şerre de hayır diyebilir! Örneğin gençliğimizde “hayır” dediğimiz birçok şeye, olgunluk yaşımızda “şer” diyebiliriz, şer dediklerimize de hayır diyebiliriz!

   Bakara 216 da şöyle geçer:

- “Hoşunuza gitmeyen birçok şey sizin için hayırlı ve hoşunuza giden birçok şey de sizin için şer olabilir!”

   Çünkü bizler işin arka planını bilmiyor ve dibini göremiyoruz! Zihinsel anlamda, zihnin de dibini göremiyoruz! Örneğin birisini iyi insan olarak biliyoruz. Onunla ortak bir iş yapmaya karar veriyoruz. Bir müddet sonra onun zihninin dibini gördükten sonra, yanlış biri olduğunu anlıyor ve ondan ayrılmaya karar veriyoruz!

   Kısacası şer de hayır da bizim bildiğimiz şeyler değildir! Bizler hayır ve şerri nisbi olarak görüyoruz. Nitekim Kuran şöyle der:

- “İnsan, sanki hayır istiyormuş gibi şerre dua eder.” (İsra:11)

 Şeytan da:

- “Ben ondan (Adem’den) hayırlıyım” (Araf: 12) demişti.

    “Ben ondan hayırlıyım” demekle, kendini ondan daha hayırlı zannetmişti. Fakat gerçekte Allah ona öyle bakmıyordu! Yani bir şey, kulun/yaratılmışın baktığı yerden hayır olarak gözükür ama, Allah’ın baktığı yerden öyle gözükmeyip, şer olarak gözükebilir!

   Bazen, kendimizdeki hastalıktan dolayı bazı şeyleri “şer” olarak görüyoruz! Fakat şer olarak gördüğümüz o şeylerden hiç de ummadığımız hayırlara kavuşabiliyoruz! Evet, kendimizi kaybettiğimiz için bazen bir hastalığa şer diyoruz ama, aslında o şer ile kendimizi buluyoruz! Kendimizi bulduğumuz hastalığın “şer mi hayır mı” olduğuna varın siz karar verin! Bunun hangisi olduğunu bize kim söyleyecektir!

   Örneğin geçici olarak sağlığınızı kaybettiğinizi, fakat bununla da ebedi mutluluğun yolunu bulduğunuzu düşününüz! Şimdi bu şer midir hayır mıdır? Veya geçici olarak servetinizi kaybettiğinizi, fakat huzurunuzu bulduğunuzu veya tam tersi serveti bulup huzurunuzu kaybettiğinizi tasavvur ediniz! Yani serveti verip huzuru almak ya da huzuru satıp serveti almak, sizce nasıl bir şeydir? Bundan dolayı bir şeyin şer mi hayır mı olduğunu iyi düşünmek lazım!

 

   Şer Eşyanın Tabiatından mı Kaynaklanır?

 

   Hayır! Eşya özünde nötrüdür, yaratılış amacı hayırdır, fakat onun kötüye kullanımı şer üretir!

   Örneğin deprem şer değildir, fakat fay hattı üzerinde bina yapmak şerdir! Sel şer değildir, ama sel yatağında bina yapmak şer üretir! Ölüm şer değildir, ama cinayet şerdir!

   Şayet Bakteriler (canlıların en minimumu) ölmeseydi, 40 saat içerisinde boyumuza kadar bakterilerin içine batardık! İşte bakterilerin ölümüne şer denilmez!

   Şayet yeryüzü var olduğu günden itibaren hiçbir canlı ölmemiş olsa ve toprağa geri dönmemiş bulunsaydı, böyle bir dünyada kim yaşamak isterdi? Örneğin şayet organik atıklar dönüşmeseydi, bakteriler onları parçalamaz ve toprağa iade etmeseydi, böyle bir dünyada yaşanılır mıydı? Pisliğin ortasında hayat sürdürülür müydü? Demek ki tabiat durmadan kendini temizliyor! Buna hiç kimse şer diyemez! Çünkü bu muhteşem bir olaydır!

   Servet de şer değildir! Şer; hakkın olmayanı almaktır! Acı çekmek de şer değildir! Şer; başkasına acı çektirmektir!

    Hz. Peygamber (s) “Fakirlik adam olsa onu öldürürdüm” diyor! Doğru da söylüyor, çükü fakirlik imrenilecek bir şey değildir!

   Evet, çektiğimiz acı, bir ömür dağıttığımız tatlının sebebi olabilir! O acının kazandırdığı bilgiliği, hiçbir okulda kazanmayabiliriz!

   Hayatta kalmak, acıdan anlam bulmaktır! Acılarımız hocalarımız olabilir! Bu bize bağlıdır! Fakat acılarımız hocalarımız olunca, acılarımız acı olmaktan çıkıverir!

   Kazanmak şer değildir! Şer; haksız kazançtır! Atomun varlığı şer değildir, şer, atom ile masum insanları öldürmektir! Yani insanoğlu atomdan bir şer çıkarabiliyor! O zaman şer, varlık değil, onu kötüye kullanmaktır!

  Şimdi gelelim asıl sorunun cevabını bulmaya: “Acaba hayır ve şer Allah’tan mıdır?” Diğer bir ifadeyle, acaba Sünni “amentü” de yer alan “Hayrihi ve Şerrihi minellahi Teala/ Hayır ve Şer Allah-u Teala’dandır!” sözü doğru mudur? Yani Ehl-i Sünnet’in bu amentüsü, Kuranî midir yoksa kelamî (alimlerin görüşü) müdür?

   Daha açık bir ifadeyle; acaba “şer/kötülük” Allah’a izafe edilebilir mi? Çünkü bizler bu alemde kötülüklerin bulunduğunu biliyoruz. Kimi zaman kötülükler ile karşılaşıyoruz kimi zaman da bizim kendimiz kötülüğü işliyoruz! Ayrıca şerrin varlığını Kuran da kabul ediyor! Yani Kuran şer işlemeyi onaylamasa da fakat varlığını kabul ediyordur!

  Kuran açısından “hayır” vardır, ama karşısında “şer” de vardır! Bu şerre Kuran kimi ayetlerde “musibet” ismini veriyor, kimi yerde de “fesad” ismini kullanıyor! Fakat sonunda bunu “şer” olarak da isimlendiriyor! Yani Kuran, “şerrin varlıktaki yerini” kabul ediyor! Dolayısıyla şerrin varlığını da kabul etmiş oluyor!

   Elbette şerrin/kötülüğün varlığı ile onun Allah’tan olması birbirinden ayrı şeylerdir! Acaba şerri, “mutlak hayır” olan Allah’a nispet verebilir miyiz? Çünkü bu konu Ehl-i Sünnet ekolünün “amentüsü” içerisinde yer almıştır ve “Hayır da Şer de Allah’tandır” denmiştir! Yani ister “Taktir-i İlahi” denilsin ister “Kader” ya da “Hayattaki Olaylarımız” denilsin, bu hayat olayları içerisinde başımıza gelen “iyilikler de Allah’tandır kötülükler de” denilmektedir! Peki bunu nasıl izah edebiliriz ve kötülükleri nasıl “mutlak hayır” olan Allah’a kondurabiliriz?

  Aslında Sünni itikadi mezheplerinden biri olan “Mutezile” ile Şia ekolü bunu kabul etmemiş ve onun yerine kendi amentülerinin içerisine “adalet” ilkesini koymuşlardır! Böylece de Allah’ı adalet ilkesi üzerinden tenzih etmeye çalışmışlardır! Bunu da bir İslam müdafaası olarak yapmışlardır!

   Evet, Mutezile ile Şia ekolü bununla İslam’ın gerçek anlamda itikadi savunuculuğunu üstlenmişlerdir!

   Mutezile ve Şia ekolleri, itikat üzerinden “düalistler” ile yaptıkları mücadelelerinde, karşılarına şu gibi sorular çıkmıştır:

- “Bu alemde bu kadar kötülükler varken sizler niçin Allah’ı bu denli iyilikler ile tanıtıyorsunuz?” “Peki bunca kötülükleri nasıl izah edeceksiniz?” “Şeytanı kim yarattı?” “Onu bizim aramıza kim soktu?” “Niçin soktu?” Vs.

   Bu iki ekol, bu sorulara cevap verme kastıyla, ister istemez Allah’a kötülüğü kondurmamak ilkesi olan “adalet” sıfatını vazetmiş, bununla da durumun içinden çıkmaya çalışmışlardır!

   Hatta o kadar ileri gitmişler ki, “vacibu’n-alellah” ve “hakkun alellah” diye kavramlar dahi üretmişlerdir! Yani Allah insanlar için iyiyi, hatta en iyiyi yaratmak zorundadır demiş ve Allah’a zorunluluk yükleyen bir bakış açısı geliştirmişlerdir!

    Bunların arkasındaki bütün gaye, Allah’a kötülüğü kondurmama meselesidir! Yani Allah’tan şer meselesini uzak tutmaktır! Ya da kötülüğü, ilahi adalet sistemine zarar vermeyecek şekilde tefsir edip yorumlamaktır!

   Peki “şer sorunu çözülmüş müdür?” Bunu aşağıda izah edeceğiz!

 

   Fakat, kuşkusuz “hayır” Allah’tandır! Nitekim Allah’ın 99 tane güzel isimlerinden birisi de “hayır” dır! Yani tüm hayır olan şeyler, Allah’ın bu sıfatıyla yaratılmaktadır!

   Fakat “şer”, Kuran’ın hiçbir yerinde ne Allah’a isnat edilmiş ne de O’na izafe ve atıfta bulunulmuştur!

   Kimi Müslümanların “hayır da şer de Allah’tandır” inancına sahip olmalarının nedeni ise şudur:

- “Hayır da şer de Allah’tandır” cümlesinin “amentü” de yer aldığı dönem, hicri 200’üncü yılıdır! Bu yıllarda özellikle “Zındık” diye bildiğimiz “Maniheizm”, ortalığı kasıp kavuruyordu!

   “Maniheizm” in temelinde “düalistlik/ikili yapı” diye bir inanç yatar. Düalist’ ligin temelinde de “iyilik Tanrısı” “kötülük Tanrısı”, ya da “Karanlık Tanrısı” “aydınlık Tanrısı” vardır! “Ahuramazda” iyiliğin, “Ehrimen” ya da “Hürmüz” kötülüğün Tanrısıdır! Bu inanışlar, “Zerdüşt” dininin temelini de teşkil eder!

    Aslında “Maniheizm” bu inancı, “Zerdüşt” dininden almıştır! Çünkü Maniheizm, sonradan Zerdüşt dininden ayrılan onun bir mezhebidir!

   Mâni, bu ikili yapıyı (düaliteyi) getirmiş mezhebinin temeli kabul etmiş ve bununla da şeytanı Allah’a rakip etmiştir!

   Buradan bakıldığında aslında kötülüğün de Tanrısı var edilmiştir! Böyle bir durumda da kötülükler de Tanrıya (Şeytana) atfedilmiştir ve ontolojik (varoluşsal) bir yapıya bürünmüştür!

   Böylece de “kötülüğe/şerre” de “ontolojik tabiat” kazandırılmıştır! Kötülüğe/şerre bir varoluşsal bulgu bulunduğunda da onu meşrulaştırmış olursunuz!

    Öyle bir durumda da kötülükle/şerle asla savaşamazsınız! Çünkü artık kötülükle savaşılmaz inancını kabul etmişsinizdir! Ve artık o da bir “hak” olmuştur! Hatta “kötü/şer” olmak da “hak” olmaktadır. Hatta siz “kötülüğe” mazeret de buluyorsunuz. Artık kötüye niçin kötüdür diye de soramıyorsunuz! Çünkü onun (kötülüğün) Tanrısına iman etmek bunu gerektiriyor.

   Yani artık kötülük ontolojik oluyor! Dolayısıyla “Pavluscu Hıristiyanlığın” orijinal günah doktrini, Maniheizm’den oraya geçmiş ve ondan iktibas edilmiştir!

   Kısacası, “Pavluscu Hıristiyanlığın!” temel inançları “Maniheizm” dir!

    Mâni, miladi üçüncü yüzyılın başında kendi doktrinini inşa ederken, en fazla “Pavluscu Hıristiyanlıktan” iktibasta bulunmuştur! Açıkçası Pavluscu Hıristiyanlık ilkelerini Zerdüştlük inancından, Maniheizm de onu, Pavlusçu Hıristiyanlıktan almıştır. Böylece bunlar birbirlerini beslemişlerdir. 

   Dolayısıyla kötülüğe ontolojik bir temel verdiğinizde, onunla savaşılmaz bir hale geliniyor! O zaman da ona, meşruiyet kazandırmış oluyorsunuz!

   Kuran ise ontolojik anlamda kesinlikle şerre/kötülüğe bir değer vermez ve onu o şekilde kabul etmez!

   Kuran açısından iyilik asıldır. Allah’tan yalnızca iyilik sadır olmuş ve O’ndan hep hayır türemiştir! Hayır ise bakidir!

   Kuran “Allah hayırdır ve bakidir” (Taha:73) der.

   Yine Kuran: “Sonuç muttakilerin (sorumluluk bilincinde olanların) olacaktır.” (Kasas: 83) diye haber verir!

   İşte Ehl-i Sünnet amentüsünde yer alan “hayır da Allah’tandır şer de” sözü, Kur’an’i değil kelami’dir! Yani Sünni kelamcıların o dönemdeki ortalığı kasıp kavuran Maniheizm’e olan tepkisidir!

    Diğer bir ifadeyle, Sünnilerin amentüsünde hayır ve şerrin Allah’tan olduğu inancının yer alması, o dönemde ortalığı kasıp kavuran Maniheizm’e karşı bir tür baş kaldırıp itirazda bulunmaktır!

   Ve onlara adeta şu mesajı vermektir: “Mademki siz hem hayra hem de şerre ayrı ayrı Tanrılar karar kılıp iki ilahın (düalitenin) varlığına iman ediyorsunuz, bizler de sizin o inancınızı inkâr ediyor ve hayrın da şerrin de tek bir Allah’tan olduğunu (Tevhidi) kabul edip ona iman ediyoruz!” demektir!

   Fakat “günümüzde ona ihtiyaç kalmış mıdır?” Buna bakıp amentüyü yeniden düzenlemek gerekir diye düşünüyorum!

   İşte Sünni amentüsünde yer alan “hayır da Allah’tandır şer de” sözünün tarihsel arka planı budur! Evet o gün bu tepki belki gerekliydi ama, günümüzde bunun Müslümanların büyük bir kesiminin dilinde “amentü/iman ettim” biçiminde yer alması, asla doğru değildir! Çünkü Kuranî değil ve artık Maniheizm tehlikesi de yoktur!

   Kuran ayeti “amentü” deki o 5 (beş) maddenin beşini de iki ayet içerisinde söylemiştir! Yani amentünün 5 tanesi ayettir, fakat altıncısı olan “hayır da Allah’tandır şer de Allah’tandır” sözü, Allah’a bir iftiradır!

   Nas Suresinde Allah şöyle buyuruyor:

- “İnsanlardan ve cinlerden sinsice insanların kalplerine fısıldayıp gizlenen vesvesecinin şerrinden insanların Rabbine…..sığınırım.” (Nas:1-6)         

   Falak Suresinde de şöyle der:

- “Yarattığı her şeyin şerrinden, her tarafı kapladığı zaman karanlığın (gecenin) şerrinden, düğümlere üfleyen büyücü kadınların şerrinden ve kıskandığı zaman hasetçinin şerrinden…” (Falak: 1-5)

   Görüldüğü üzere Kuran’da şer, asla Allah’a nispet verilmiyor!

   Dedik ki Allah’ın isimlerinden biri de “hayır” dır.  Örneğin Kuran şöyle der:

-“Allah daha hayırlı ve daha bakidir.” (Taha: 73)

   Peki ismi “hayır” olan Allah’a, aynı zamanda “şer” de nispet edilir mi?

   Birisine desek ki; “sen şerli bir insansın, elinden şer çıkıyor!” Bu söze kim kızmaz ki? Bir adamın babasına bunu söylersek, ona razı olmayacağına göre, peki onun Rabbine bunu söyler isek ona nasıl razı olabilir?

   Bir insan annesine “sen şerli bir annesin” derse ve etrafındakiler de ona “terbiyesiz biri” gözüyle bakar ise, peki aynı insan kendi Rabbine “şerli” dediğinde ona nasıl bir gözle bakılır? Allah’ın “şeriri” olur mu?

    ŞER VARMIDIR?

    Burada şerrin/kötülüğün varlığıyla ilgili dindar, arif ve İslam Filozoflarına ait olan üç türlü görüş aktaracağım.

   Dindarlara ait görüş şöyledir:

- “Dindarlar derler ki, evet şer vardır, fakat eşyanın özünden değil yanlış kullanımından kaynaklanır. Buna depremi örnek verebiliriz! Depremin kendisi şer değil hayırdır!

   Deprem, ev fay hattı üzerinde yapılırsa, yapı malzemesinde çalınırsa, hileli malzeme kullanan müteahhitlerden ev alınırsa, o taktirde şerre dönüşür!

   Daha doğrusu, yeryüzündeki insanlar depremin ekmeğini yiyorlar! Bütün kaplıcaların ekmeği depremindir! Bizim bugün tarla olarak kullandığımız en verimli toprak arazileri, depremin ortaya çıkardığı bir dönemin külleriydi. Şimdi bizler o dönemdeki depremlerin ekmeğini yiyoruz!

   Bıçak ve zehir de şer değildir!

   Dünyada birçok zehirli hayvanlar vardır. Yılan, çayan, akrep vs. Bunların zehirleri şer değil ilaçtır! Hem insanların hem de kendilerinin faydasınadır!

   İnsanı yılan sokuyor ölüyor, zehirli mantar yiyor ölüyor. Bunları var eden yaratıcı, bunlar insanları yok etsin diye bunları yaratmamıştır! Tütün bitkisini düşününüz! O bitkide 400 çeşit zehirli madde vardır! Yani bir türde bu kadar fazla zehir toplamak mümkün değildir! Toprak ve havada ne kadar zehir vardırsa onların tümünü o tütün kendinde toplamıştır!

   Ayrıca konulara bir bütün olarak bakmak lazım! Parça üzerinden bütüne bakmakla o bütünü anlamak çok zordur! Fakat bütünden parçaya geçip onu öyle değerlendirmek lazım!

   Bütünü tümüyle gören Yaratıcıdır! Yani günün başını da sonunu da gören Allah’tır. Olan her şeyde bir hikmetin bulunduğunu unutmamak gerek!

   Kuran’da “hayır” kavramı yoğun bir şekilde geçer, “şer” kavramı ise 28 veya 29 yerde zikredilir!

   Allah insanlar için hayrı hem ister hem de yaratır! Fakat “şerri/kötülüğü” istemez ama yaratır!

   Örneğin insanların mümin olmasını ister ve onlar için “imanı” da yaratır! İnsanların kafir olmalarını istemez ama kafir olmak isteyen için “küfrü” yaratır! Nitekim Kuran’da şöyle buyurulur:

- “Her nefis ölümü tadacaktır. Bir imtihan (fitne!) olarak sizi hayır ve şerle sınıyoruz. Siz ancak bize dönersiniz!” (Enbiya :35)

   Yani her şeyin bir de imtihan boyutu vardır! Sizin hoşunuza gitmeyen bir şey ile Allah sizi deneyebilir!

   Kuran’da geçen “fitne” kavramı, zaten “ağır imtihan” demektir! Nitekim Kuran’da buna da işaret edilmiştir:

- “Muhakkak sizi biraz korku, açlık, mallardan, canlardan ve ürünlerden azaltma ile deneriz. Sabredenleri müjdele!” (Bakara: 155)

   Görüldüğü üzere Allah insanları çeşitli şekillerde deniyor ve “sabır testine” tabi tutuyor!

   Kuran’da birçok ayet yaratılıştaki gayenin “imtihan” olduğunu söyler! Yani yaratılışın içerisinde birtakım olayların sıkıntılara konu olduğunu da söylemeliyiz! Evet, yaratıcı olarak Allah şerri yaratır ama, asla ve kesinlikle onu istemez!

   “Hayır” ve “şer” Allah’tandır deyip buna delil olarak da Nisa:78 ve 79 uncu ayetleri ona delil olarak getirmek ayıptır! Ayet şöyledir:

- “Nerede olursanız olun, ölüm sizi yakalayacaktır; sağlamlaştırılmış kalelerde olsanız bile. Onlara bir iyilik (sıhhat, bolluk, zafer vs.) erişirse, “Bu Allah katındandır” derler! Onlara bir kötülük (hastalık, fakirlik, yenilgi vs.) erişirse, “Bu senin tarafındandır” derler. De ki: Hepsi Allah katındandır. Bu insanlara ne oldu da neredeyse hiçbir sözü (doğru şekilde) anlayamıyorlar?!”

- “Sana gelen bir iyilik Allah’tandır. Sana ulaşan her kötülük kendi nefsindendir…”

   Görüldüğü üzere ayetlerde “hayır” ve “şer” ismi geçmiyor, “hasene/iyilik” ve “seyyie/kötülük” isimleri geçiyor! Ayrıca “hayır” da “şer” de bizlerin tercihi meselesidir! Hayrı tercih eder isek “ödül”, şerri tercih eder isek “ceza” verilecektir!

   Ayrıca İslam alimleri nezdinde şeytan, isyanları üreten ya da isyanları motive eden bir varlık olduğu düşüncesiyle, onların (alimlerin) dikkatini üzerine çekmiş ve onun varlığını, Allah’ın adaleti ile çelişmeyecek şekilde tefsir ve tevil etmeye azami dikkat göstermişlerdir!

   Fakat şer hususunda başka sorunlarla yüz yüze gelindiğinde, yani Şeytan’ dan mütevellit olmayan şerler söz konusu olduğunda, örneğin deprem, toplu ölümler, veba hastalığı vs. gibi durumlarla karşı karşıya geldiklerinde, bunları nasıl yorumlamaları hususunda başka türlü gayretler içerisine girmişlerdir!

·                                                  *                                            *

   Önceden üç kesimin üç farklı şekilde “şer” konusunu tefsir ettiklerini söyledik ve ilk olarak da dindarların/din alimlerinin onu nasıl yorumladıklarını naklettik.

   Şimdi de “şer” ile ilgili ariflerin görüşlerini nakledeceğiz:

   Ariflerin görüşlerine geçmeden önce şunu belirtmekte fayda görüyorum şöyle ki:

-“Şer hususunda ariflerin ortak görüşleri vardır!”

   Arifler derler ki:

“Şerler (deprem, veba, virüs vs.) ilahi kudrettirler! Ve yine onlarda, mutlaka bir takım ilahi hikmetler vardır! Fakat bizler perdenin gerisini görememekte ve bu hikmetleri anlayamamaktayız!

   Ayrıca kulun, ilahi işlere itiraz hakkı yoktur! Ancak bu işlerde, az da olsa bizim bilmediğimiz ve bize örtülü olan bir takım gizli hayırlar vardır!

   Ariflerden ünlü şair Sadi Şirazi, Gülistan isimli eserinin ilk sayfalarında şer hususunda şöyle der:

- “Ey belaya yakalanan kardeş! Ağlayıp sızlama! Bu belaların içerisinde Allah’ın gizli lütufları saklıdır. (Ela la tecizenne el-exil beliyye, fe lirrehmani eltafün xefiyye)”

   Yani “çektiğin şu eziyetlerin yanında bir gizli lütuf da vardır! Dış görünüşü eziyettir ama, batını da rahmettir!”

   Geçmişteki insanlarda bu türden tabirler fazlasıyla vardı! Asırlarca, yalnızca İslam alemindekiler değil, tüm insanlık alemindeki farklı kültürlere mensup olanlar da bu düşünceler ile yaşamlarını idame ettiriyorlardı!

   Alemin bir sahibini bulunduğunu ve onun da Allah olduğunu ve O’nun işleri evirip çevirdiğini kabul ediyorlardı! O’nun bu alemi nasıl evirip çevireceğini her kesten daha iyi bildiğine inanıyorlardı! Ve şayet bizlere bir eziyet ulaşmış olsa, onda O’nun birtakım maslahatlarının bulunduğunu ve bizlerin de onları anlamaktan aciz olduğumuzu düşünüyorlardı! Yani “hiç kimsenin gemisi bu dünyada sahilsiz değildir” inancını taşıyorlardı!

   Bu inanç, gerçekten de onlarda huzurun bulunmasına vesile oluyordu. Şayet sevdiklerinden birini kaybetselerdi, aynen bu düşünceyle hareket ederlerdi ve kendilerine bu şekilde tesellide bulunurlardı!

   Şayet çok ağır bir hastalıkla yüz yüze kalsalardı ve yine şayet ani bir bela gelseydi ve sayısızca insanları ortadan kaldırsaydı, o durumu işlenen günahlara nispet veriyor ve diyorlardı ki, “bu belalar bizim başımıza, işlenen bu kadar günahlar yüzünden gelmektedir!”

   Günümüzdeki kimi din adamlarımız şimdi dahi bunu böyle yorumlamaktalar! Örneğin kimi toplumsal belaları, kadınların açık saçık dolaşmasına, faize, namazın az kılınmasına, dini kurallara uyulmamasına yorumlayanlar da vardır!

   Kısacası şerlere iyi anlamlar(!) yüklemek ve güzel yorumlar(!) yapmak için türlü türlü şiyve ve hileler kullanmakta ve bu türden şerlerin bu dünyada vuku bulmasının hak olduğunu söylemekteler! Kısacası, bunun mutlaka bir nedeninin var olduğunu iddia etmekteler!

   Onlara göre bu şerlerin ilahi adalet, ilahi tedbir ve ilahi rahmet ile hiçbir münafatı (aykırılığı) bulunmamaktadır! Vuku bulan bu şerler, ne Allah’ın elinden ipin ucunu çıkarmış ne adaletiyle çelişmiş ve ne de O’nun rahmetine ters düşmüştür!

   Allah’ın rahmeti demek, “Allah’ın insan sevgisi ve O’nun mutlak dostluğu” demektir! Onlara göre ortaya çıkan o şerlerin, bunların hiç birisiyle çelişkisi bulunmamaktadır! Yani “sizin başınıza hangi bela gelirse gelsin, şunu biliniz ki Allah sizi seviyordur ve dosta verilen bela, dostu temizlemek/arındırmak içindir” diyorlardı!

   Mevlâna da belaları şöyle açıklar:

Birincisi; “Allah’ın eli sizin ellerinizin üstündedir” (Fetih: 10) ve bu belalar Allah’ın eliyledir, Allah da sizinle nasıl muamele edeceğini çok iyi bilendir!

İkincisi; Dostun belası, sizi temizlemek içindir! O’nun belası, sizin ruhunuzun arındırılmasına vesile olur! Günah ve nifaklardan dolayı sizin ruhunuza çöken o çirkefleri, bu hastalık ve belalar ile yok ediyor ve insanları uyandırıyor!

   İşte eskiler, belaların böyle bir planlarının bulunduğundan söz ederlerdi!

   Eskilerin “şer” konusunu bu şekilde halletmeye çalışmaları tabi ki kabul edilir gibi değildir ve edilemez de!

   Eski ariflerden Mevlâna, iki yerde bu noktayı söz konusu etmiştir! Birincisinde şöyle diyor:

- “Alemdeki bu kadar çirkinlik, şer ve kötülüklerin baş göstermesi, ilahi kudreti göstermek içindir!”

Buna karşı bir örnek de veriyor ve şöyle diyor:

- “Şayet bir ressam olsa ve yalnızca resimler çizse, onun kudreti hakkında şüpheye düşersiniz! Kâmil ve usta bir ressam hem güzellikleri hem de çirkinlikleri tersim edendir! Allah da en kâmil bir ressam unvanıyla bu resimlerin her ikisini de çizmektedir! Hem güzel hem çirkinlikleri çizmek, o ressamın güçlülüğünün göstergesidir!” (Mevlâna)

   Kısacası Mevlâna, bu durumların, ressamın güç ve becerisinden bahsettiğini söyler ve O’nun, tek boyutlu ressam olduğu şüphesini bizim üzerimizden kaldırdığını dillendirir!

   Mevla’nın diğer bir açıklaması da şöyledir:

- “Bu alemde bizlerin mutlak anlamda bir derdimiz, eziyetimiz ve şerrimiz yoktur! Tüm şerler nisbidirler! Bir olay ya da bir durum birisi için şer diğeri için hayırdır!”

   Verdiği misal de şudur:

“Yılanın zehri yılan için hayat, insan için ölümdür!”

   Yani Yılanın zehri onun vücudundan bir parçadır. Yılan için bir zararı yoktur! Onun için bir şer değildir! Fakat insana soktuğu zaman onun zehri, insan için şerdir!

   Demek ki alemde mutlak anlamda bir kötülük yoktur. Dolayısıyla mutlak anlamdaki kötülük/şer, bütünüyle ve hangi açıdan bakılırsa bakılsın şer olan şeydir!

   Mevlâna diyor ki, bu alemdeki şer, bir yerde şer ve başka bir yerde hayır olabilir! Dolayısıyla sizler, bu alemi “hayır ile şerrin birbirleriyle irtibat içerisinde olduğu bir alem olarak tasavvur edebilirsiniz!” Yani bazıları için hayır olan bir şey, diğerleri için şer olabiliyor ve bazıları için şer olan bir şey de diğerleri için hayır olabiliyor! Bu ikisi her zaman iç içe bulunmaktalar! Diğer bir ifadeyle Mevlâna açısından bu alemde ne mutlak şer vardır ve ne de mutlak hayır vardır! Çünkü hayra şer ve şerre de hayır bulaşmıştır!

   Elbette ariflerin bu sözleri de o asıl sorunun cevabını vermiyor! Soru şuydu:

- “Acaba Allah, şerrin bulunmadığı bir alemi yaratma gücüne sahip midir?”

   Evet, bu alemde şerrin varlığı söz konusudur ve bu şerler de nisbidir. Yani kimisi için şer olan şey başkası için hayır ve kimisi için hayır olan şey de yine bir başkası için şerdir! Acaba Allah’ın, içerisinde hiçbir şerrin bulunmadığı bir alemi var etme kudreti yok mudur? Çünkü Allah mutlak kudret sahibidir! Oysaki bu alemde şer, bazı hayırların lazimesi/gereğidir! Allah niçin bazı hayırlara ulaşmanın yolunu şer karar kılmıştır! Bir hayra ulaşmak için, niçin bu kadar zahmet ve eziyetler görmeyi bir yol olarak beyan etmiştir? Ve nasıl oluyor da Allah, bu dünyaya başka bir varlık/düzen vermemiştir!

   Filozoflar tarafından bu sorulara birçok cevaplar verilmiştir. Ben burada yalnızca Müslüman filozofların verdikleri cevapların özetini aktarmaya çalışacağım.

   İslam Filozofları Şöyle Demişlerdir:

   Bu maddi alemin ve maddenin zarfiyeti/kapasitesi sınırlıdır! Yani Allah’ın feyiz, rahmet, adalet ve tüm sıfatlarının yaratılış üzerinde etkisi ve belirtisi vardır! Bundan; yaratılışın tümünün aynı seviyede olduğu ortaya çıkmaz!

    Yaratılmışlar da farklı seviyededirler! Her farklı varlığın farklı kapasitesi mevcuttur! Allah’ın feyzinin üzerinde en az etkisinin bulunduğu varlık, maddi varlıktır! Yani maddi alem ve madde, kapasitesi en dar olandır. Bundan dolayıdır ki Allah, kendi rahmetini sel şeklinde dökse dahi, bu maddi alem yalnızca bir küçük kalıp misali olduğundan, onun en az bölümünü kendine almaktadır!

   Allah’ın bu maddi alemin dışında başka alemleri de vardır ve o alemlerin zarfiyetleri bu maddi alemden daha fazladır. Fakat filozofların da dedikleri gibi ilk varlık olan ve en özel varlığa sahip bulunan bu maddi alem, buna rağmen en dar kapasiteye sahip bulunmaktadır! Sınırlı bir zarfiyete/kapasiteye sahip bulunduğu için de şayet onun üzerine bir denizi dökseniz dahi, o yalnızca kendi kapasitesi oranında ondan alan bir küze misalidir! Bu alemin zarfiyeti bundan fazla değildir! Bundan dolayıdır ki ilahi feyzin belirtisi bunda çok az müşahede edilmektedir!

   Bu alemin misali, aynen bir elbise kumaşının misaline benzer! Örneğin birisine kendisine bir takım elbise yaptırması için 5 metre bir kumaş parçası vermeniz gerekirken, onun yerine ona dört metrelik bir kumaş parçası veriyorsunuz! Bu kumaş parçası eksik olduğu için ya ceket kısa dikilecektir ya da pantolon, bunun başka bir çaresi yoktur!

   Filozofların dedikleri gibi şayet bu maddi alem zatî eksikliklere sahip olur, kapasitesi dar, boyu kısa ve sermayesi kıt bulunursa (ki İbn-i Sina maddenin zati noksanlığından bahsetmiştir), böylesine bir alem için ne yaparsanız yapın, aynen bugünkü gibi olur ve başka türlü olamaz! Yani Allah’ın yarattığı bu madde, zatı itibariyle böyledir ve bundan başkası değildir! Buradan bakıldığında, bundan daha iyisi olamaz!

   Bu konuyu şu örneklendirme üzerinden daha iyi anlamak mümkündür! Örneğin Arapça dilini göz önüne alalım! Birçok edebiyatçılar açısından Arapça dilinin en kâmil bir dil olduğunu söyler ve şöyle derler:

- “Arapça dili, kâmil bir dil oluşundan dolayı Allah bu dil ile konuşmuş ve vahyi de bu dil ile göndermiş ve iradesini/taleplerini ancak bu dil ile açıklayabilmiştir!”

   Bu görüşün karşısında başka bir görüş de şöyle demiştir:

- “Arapça dili, ne olursa olsun beşer eliyle oluşturulan bir dildir ve aynen diğer diller gibi bu da sınırlıdır! Siz her düşünceyi bu dil (Arapça) ile beyan edemezsiniz! Evet bazı boyutlarda bu dil ilerlemiş ve güçlenmiştir, fakat bazı boyutlarda ise daha ham ve zayıf kalmıştır! Allah dahi bu dil ile konuştuğunda bu dil, yine O’nun için sınırlılığını ortaya koyacaktır! İngilizce, Çince ve dünyanın herhangi gelişmiş bir dilini de seçse, öyle olacaktır! Çünkü bu dillerin “dil” olması hasebiyle zatî sınırlılıkları vardır. Tüm mefhumları bu dillere dökmek mümkün değildir!”

    İşte bu durumun aynısı madde için de söz konusudur! Yani bizim üzerinde yaşadığımız bu madde ve tabiat alemi, sınırlamalardan ibarettir! Her şeye cevap üretecek türden değildir! Şayet bu alemde iki zıt şeye yer vermek isterseniz, onlara yer verilmez! Tezatlar bu maddededir! Oysaki bu maddi alemde zıt olan birçok şey, diğer maddi olmayan alemlerde mütezat (birbirine zıt) değillerdir!

   Siz kendi zihin dünyanızda birçok mütezat şeyleri hazırlayabilirsiniz, fakat dış dünyada (maddî alemde) bu türden mütezat şeyleri bir araya getiremezsiniz! Örneğin siz varlık ile yokluğu kendi zihin dünyanızda bir araya getirebilirsiniz, fakat tabiat aleminde varlık ile yokluk asla bir araya gelmez! Bunlar mütezat (birbirini dışlayan) şeylerdir!

   Molla Sadra’nın şöyle güzel bir sözü vardır: “Bir şeyin varlığı her ne kadar yüksek derecede olursa, mütezat şeyleri kendinde o kadar iyi toplamış olur!”          

   Maddede meydana gelen bu tezaddın nedeni, kapasitesinin dar oluşundandır! Bu maddi alemde birçok şeyler bir araya gelmez! Bu alemden (maddeden) daha yükseğe çıkılır ise o taktirde bir araya gelirler!

   Peki Allah böylesine bir zarfiyete sahip olan bu maddeyle ne yapıp neyi vücuda getirebilir? Maddeden bundan daha fazlasını elde edemediğine göre ne yapmalıdır?

   Bunun içindir ki büyüklerimiz şöyle derler:

 “Yapılan bu alem, yapılabilecek en güzel alemdir!”

   Bunun anlamı da şudur: “Yani bu özelliklere sahip olan bu madde ile, bundan daha iyisini yapmak mümkün değildir!

   Fakat bu alemden daha iyi bir takım başka alemin bulunduğunu tasavvur etmek mümkündür! O şartla ki, o alemlerin cinsi, madde/tabiat cinsinden olmasın!

   Örneğin siz “su” ile bir alemi vücuda getirmek istediğinizi düşününüz! Bu suda, başka hiçbir maddenin bulunmayacağını tasavvur ediniz! Suyun kapasitesi sınırlı olduğu için onunla o alemde gerekli olan her şeyi yapamayacağınız apaçık ortadadır! Ya da saf altından bir alem meydana getirmek istiyorsunuz! Bundan yapmak istediğiniz alemin yine birtakım eksiklikleri olacaktır, çünkü altın ile her şey yapılmaz!

   Ağaçtan yapmak isteseniz yine öyle! Yani bir evi su, altın ve ağaç ile yapsanız ve bunlardan hangisini ele alsanız, dikkat ederseniz onun kendine has sınırlılığı vardır, zorla onlar ile o alemi tesis etmeniz mümkün olamaz! Ancak o maddeyi değiştirdiğiniz taktirde onu da değiştirme imkânı bulabilirsiniz! Maddeyi değiştirmek demek, tabiatı ortadan kaldırmak demektir! Öyle bir durumda da ortada tabiat alemi diye bir şeyin olmaması gerekir! Bu durumda da birtakım filozofların dediği gibi olurdu! Onlar derler ki;” Allah şu tabiat alemini yaratmasaydı da ne olurdu ki!”

   Evet, biz tabiat aleminin kendine has bir zarfiyetinin bulunduğunu biliyoruz! Maddenin varlığı ne zaman ortaya çıksa, bu sorunlar da aynı şekilde onda ortaya çıkacaktır!

   Şayet sınırlı olan dünyadaki yiyecekleri alemin bir kesimi yerse, diğer kesimine ulaşmayacaktır! Bu, bilinen bir gerçektir! Ya da örneğin toplumlardaki nüfus artışları hayli fazla olduğunda, kimilerinin yeri dar olacaktır!

   Aslında kalabalık yüzünden yerin dar olması, bu tabiat alemine has bir şeydir! Tabiat alemi ise tezahümün (zahmetlerin) bulunduğu bir alemdir! Tabiat olduğu müddetçe bu sorunlarımız da olacaktır! Ve yine Tabiat alemi var olduğu müddetçe, tabiat ve maddenin kanunları da var olacaktır! Örneğin tabiatta virüs, bakteri, çeşitli mikroplar ve hastalıklar da var olacaktır! Bunların etkisiyle de bir kısım insanlar öleceklerdir! Çünkü bunlar tabiat varlığının gerekleridir!

   Peki Allah şayet tabiatın tümünü yaratmasaydı ne olurdu?

 Bunun en güzel cevabını şu hikâye üzerinden verebiliriz:

- “Derler ki, yazarlardan birisi bir hikâye yazmıştı! Hikayesinde de falanı öldürdüğünden, filanın falana ihanet ettiğinden vs. bahsetmişti! Hikayesinin sonunda da şunu demişti: “Bu, benim hikâye yazmamın gereğidir!”

   Birisi de kalkıp ona şu sözü söylemiş: “Peki, bu hikâyeyi yazmasan ne olurdu ki?”

   Bakınız! Hikâye zaten böyle olur ve bu şekilde yazılır!

   Ya da bazı hikâye yazan edebiyatçıları eleştirenler şöyle demişlerdir:

    - “Bu hikâyenin içerisinde yazılanların tümü de doğrudur, ama bir tek hikâyenin kendisi yalandır!”

    Yani her şey kendi yerinde karar kılmıştır, fakat hikâyeye bir bütün olarak baktığımızda, diyoruz ki “bu hikâye olmasaydı!”

   Bazı filozoflar da bu tabiat alemindeki bazı olayları gördüklerinde Allah’a şunu söylüyorlar: “Peki bu alemi yaratmasan olmaz mıydı?” Çünkü onlar, bu alemin içerisinde ilacı olmayan bu kadar eziyetlerin var olduğunu görüyorlar!

   Filozoflardan bir kısmı da: “Allah tabiatı yaratmasaydı ne olurdu” sorusuna şu cevabı vermişlerdir:

- “Allah’ın yaratışta hedefi yoktur! Allah hiçbir zaman oturup yaptığı bir işin sonunun nereye varacağını ve nasıl sonuçlanacağını düşünmez! Yani bu işin sonu kötü olacaktır, öyleyse ben baştan bu işe teşebbüs etmeyeyim diye düşünmez! Bu türden düşünceler insanlara has şeylerdir! Nitekim Kuran’da da buna işaret vardır!

- “Allah, yaptığı işlerden sorguya çekilmez, ama onlar (insanlar) sorguya çekilirler!” (Enbiya :23)

   Allah kararını ezelden (ilk baştan) vermiştir ve verdiği kararı da tağyir kabul etmez karardır! Karar vermesi zatının gereğidir! Yani Allah, “Vacibu’l- Vücud” (varlığı gerekli olduğu için) böyle karar alır! Aldığı kararı asla değişmez! Ayrıca Allah kendi yaptıklarını da gözden geçirip onların muhasebesini tutmaz! Hilkatinde (yaratışında) da bir hedefi olmaz!

   Kısacası işin özeti budur! Yani filozoflar, bu konu üzerinde hayli düşündüler, kalem oynattılar, adım attılar, akıl teri döktüler ve ancak buraya kadar gelebildiler!