h.kanaatli @ hotmail.com

KURAN’DA ŞİRK

  Kuran’da “Allah’a kulluğun türlerinden” söz edilir. Kulluğun türlerinden biri de “halis tevhidi kulluk ”tur, diğeri ise “şirk ile kirletilmiş, içerisine bir takım beşerî tasavvurların karıştırıldığı kulluk türüdür!”

   Kuran’da şöyle geçer:

- “Din halis olmalıdır!” (Zümer:3)

 Fakat birtakım insanlar, diğer bir kısım insanları “evliya/yönetici/evrenin işlerini çekip çevirici” olarak kabul edip, dini halis olmaktan çıkarıyorlar.

-“O’nu (Allah’ı) bırakıp da kendilerine veliler edinenler!” (Zümer: 3)

   Peki bu kesimin iddiası nedir? “Niçin onları “evliya” olarak kabul ediyorsunuz?” Diye sorulduğunda, şunu derler:

-“Biz onlara ibadet etmiyoruz ki! Fakat bu evliya, bizlerin Allah’a daha fazla yakınlaşmamıza vesiledirler.” (Zümer:3)

   Allah da onlara şöyle der:

- “Allah, yalancı ve çokça nankörlük eden kimseyi hidayete erdirmez!” (Zümer:3)

 Yani Allah size ne zaman demiştir ki ben sizinle kendi aramda aracı istiyorum! Bunları (evliyayı) aracı edinin de bunlar sizleri bana yakınlaştırsın! Hayır! Sizin kendiniz Allah’a yakınlaşma peşinde olmalısınız. Allah’a yakınlaşmak elbette ki “mekanik” bir iş değildir!

   Kuran, diğer bir ayette de şöyle der:

- “Allah’ı bırakıp kendilerine ne bir zarar veren ve ne de bir yarar sağlayan şeylere tapıyorlar ve “işte bunlar, Allah katında bizim şefaatçilerimizdir” derler.”  (Yunus: 18)

   Allah Teala bütün bunları reddediyor ve diyor ki iş böyle değildir!

   Kuran’da birkaç konuyu beyan eden farklı ayetler vardır. Bu ayetlere çok dikkat etmek lazım. Çünkü bu ayetlerin bizim “Tevhit” ve “Şirk” konusuna bakmamızda hayli tesirleri vardır!

   Örneğin birtakım ayetlerde yaratılış ile ilgili şöyle denilmektedir:

- “Onlara, “Gökleri ve yeri kim yarattı?” diye sorsan, kuşkusuz, “Allah” derler!” (Zümer: 38) (Kuran’da 4 yerde bu soru sorulmuştur!)

   Buralardan anlıyoruz ki tüm müşrikler, göklerin ve yerin yaratıcısının Allah olduğunu kabul ediyorlardı!

   İkinci birtakım ayetlerde de “Allah’ın razık” olması meselesiyle ilgili konular geçmektedir. Örneğin o ayetlerde şöyle buyuruluyor:

- “Onlara, “Gökten su indirip ölümünden sonra onunla yeri dirilten kimdir?” diye sorsan, mutlaka “Allah’tır” derler!”  (Ankebut: 63)

   Üçüncü birtakım ayetlerde de şöyle geçer:

- “De ki: “Size gökten ve yerden kim rızık veriyor? Veya işitme ve görme hislerine kim egemendir? Diriyi ölüden ve ölüyü de diriden kim çıkarır? İşleri kim düzene koyar?” “Allah” diyecekler!” (Yunus: 31)

   Demek ki, yalnızca “halikiyet” konusu değil, “razikiyet”, “evreni yönetim”, “ölüm ve hayatı var etme” gibi konularda da bunların asıl sahibi Allah’tır.

   Diğer birtakım ayetlerde de şöyle geçer:

- “Eğer biliyorsanız, (söyleyin bakalım) yer ve onda bulunanlar kimindir?” De.”  (Müminun: 84)

- “Yedi göğün Rabbi ve büyük Arş’ın Rabbi kimdir? De.” (Müminun: 86)

- “Eğer biliyorsanız, (söyleyin bakalım,) her kesin ve her şeyin egemenliğini elinde tutan, kendisi her şeye sığınak olan, fakat kendisi sığınmayan kimdir?” De.” (Müminun: 88)

- “Allah’a aittir.” Diyecekler. “O halde nasıl aldanıyorsunuz?” De.” (Müminun: 89)

    Demek ki müşriklerin bu kadar Allah’a inançları mevcuttu. Tabiri caiz ise, müşriklerdeki bu kadar inanç, bizim dindarlarda dahi yoktur!

   Peki sorun neredeydi ve asıl sorun neydi?

   Kuran açısından asıl sorun 2 şey üzerindeydi. Yani müşrikler Allah’ı kabul ediyorlardı, fakat iki şeyi kabul etmiyorlardı; biri Allah’ın “Rübubiyet” boyutunu, diğeri de O’nun “Rahmaniyet” boyutunu.

   Bizler “Nas” Suresinde şunu deriz:

- “De ki insanların Rabbine, insanların melikine/hükümranına, insanların İlahına….sığınırım!” (Nas Suresi)

   Allah ile ilgili O’nun bu üç sıfatı bir araya geldiğinde bir anlam ifade ediyor! “Bir tek Allah vardır, O, her şeyi yaratmıştır, rızkımızı da O veriyor” demekle iş bitmiyor!

   Peki “Rab” kimdir? Senin dünyadaki Rabbin (terbiye edenin- seni eğitenin) kimdir? Gözün kimin eline bakıyor? Kimden çekinip kendini kontrolde tutuyorsun?

   Bir tek “alemin yaratıcısı vardır” demekle iş yeterli olmuyor! Kime ümit bağlıyorsun, kimden çekiniyorsun, ona da bakmak lazım!

   Dünya hayatında iken sürekli müdürün, reisin, sultanın, tüm diktatörlerin, gücün ve güçlülerin peşince koşuyorsun da peki Allah’ın peşince de koşuyor musun?

   Devlet dairesindeki bir memuru düşünün. Tüm ümidi müdürün eline bağlıdır. Sürekli “acaba maaşımı artıracak mıdır, eksiltecek midir, verecek midir, kesecek midir” diye düşünüyordur. Acaba Allah hakkında da bu düşünceler ile yaşıyor muyuz? Tüm gayretimiz O’nun rızasını celbetmek için midir? Devlet dairesinde müdürün dikkatini üzerimize çekmek için gösterdiğimiz gayreti Allah için de gösteriyor muyuz? Oysaki o memur, yalnızca o müdürün çalışanıdır ve müdür de yalnızca onun maaşını veriyor! Fakat Allah, sana ait olan her şeyi sana veriyor ve yine o memurun müdürüne de her şeyi veren O’dur!

   Acaba “Rububiyeti” ne kadar kabul ediyoruz? Kuran açısından tüm peygamberlerin asıl sorunları “Rububiyet” konusuydu. Hz. Musa (as)’ın Firavun ile tüm kavgaları, “Uluhiyet” üzerinden değil, “Rububiyet” üzerindendi!

   Firavun Allah’ın “Uluhiyet”ini kabul ediyordu, bununla birlikte kendisinin de “Rab” olduğuna inanmıştı. “Sizin en yüce Rabbiniz benim” dedi!” (Naziat: 24) Yalnızca benim sözümü dinleyeceksiniz, emir benim emrimdir. Benim emrim olmadan su dahi içemezsiniz!

   Hz. İbrahim (as)’ın Nemrud ile kavgası da “Rububiyet” üzerindendi. Aslında tüm sorunlarımız, Allah’ı her an için bizim Rabbimiz, gözetenimiz ve de gözetleyenimiz olarak görmemektir! Allah bizim her şeyimizi görüyor, duyuyor ve her an bizimle birliktedir!

   İkinci sorunun da “Rahmaniyet” olduğunu söyledik.

   “Rahmaniyet”; yani Alah’ın her şeye doğmasıdır! Aynen güneşin her tarafı aydınlatması gibi!

   Müşrikler Allah’ın “rahim” olduğunu kabul ediyorlardı, fakat “rahmaniyeti” ni kabul etmiyorlardı!

   “Rahmaniyetin anlamı şudur; yani Allah her şeye nazar ediyor (gözlüyor), sınıfsal ayrım yapmıyor, üstünlük ve zayıflıkları, ırksal ve kabilevi ayrılıkları nazara almıyor! Kendisini “Rahman” olarak niteliyor.

- “Er- Rahman alel arşi isteva/ Yönetimin koltuğunda oturan Rahmandır!” (Taha: 5)

   Evrenin yönetim masası O’nun elindedir! O’nun rahmeti geneldir. O, insanların tümünü aynı gözde görüyor. O bizlere;” bir kısmınızın bir kısmınız üzerinde hakimiyet kurma hakkınız yoktur, diğerlerinden üstün olma talebinde bulunma hakkına sahip değilsiniz” diyor!

   İşte müşrikler Allah’ın bu iki sıfatını (Rububiyet ve Rahmaniyetini) bu anlamlarda kabul etmiyorlardı!

   İslam peygamberi döneminde de sorun buradaydı ve Kuran bunlara defaatle işaret etmiştir!

- “Allah tek olarak anıldığı zaman ahirete inanmayan kimselerin yürekleri daralır.” (Zümer: 45)

   Yani Allah’ı kabul ediyorlardı, fakat “Allah tektir” demeyiz diyorlardı!

   Kuran, peygamberin “Allah tektir” dediğinde onların onu alaya aldıkları şöyle naklediyor:

- “İlahları bir tek İlah mı yapmış? Doğrusu bu, şaşırtıcı bir şeydir!” (Sad: 5)

   Diğer bir yerde de şöyle diyor:

- “Kuran’da Rabbinin tek olduğunu anınca, nefretle yüz çevirip giderler!” (İsra :46)

   Başka bir ayette de şöyle geçer:

- “Peygamber onlara de ki; “Ben yalnızca Rabbime ibadet ediyorum ve O’na kimseyi ortak koşmuyorum!” (Cin: 20)

   Bu ayetin bir öncesinde de şöyle geçer:

- “Allah’ın kulu (Muhammed), Allah’a dua etmek üzere kalktığında, müşrikler/kafirler neredeyse üzerine çullanacaklardı!”  (Cin: 19)

   Demek ki asıl mesele, “Tevhidi” canlandırmaktır! Diğer peygamberler, imamlar, evliyalar vs. tümüyle vesile ve örnektirler. Allah’a ait olan işleri yalnızca Allah’tan talep etmek gerekir! O hususlarda hiç kimseyi, o şeyi Allah’tan istemek için O’na vesile karar kılmamak lazım. Sürekli ve her zamanki asıl sorun budur ve böyle de olacaktır! Şimdi bile bu asıl sorun devam etmektedir.

   Yani birtakım insanlar birilerini ortaya koyup, yavaş yavaş Allah’ı bir kenara bırakmak istiyorlar! Bilindiği gibi Allah hiçbir yerde değildir, ama her yerde vardır. Hem evveldir hem de ahirdir. Fakat o türden insanlar “Bizim öyle bir Allah ile irtibatımız yoktur” diyorlar. Bununla birlikte yavaş yavaş birtakım vasıtalar ortaya çıkarıp onlarla irtibat kuruyorlar ve her şeyi o vasıtadan istiyorlar! Böylece de insanlar artık “Allah talepliliği” bir kenara bırakıp “hacet talep” oluyorlar. Başka bir ifadeyle; insanlar Allah’ın peşince gitmiyor ve O’nunla ilişkiyi kesiyorlar. Zannediyorlar ki, onların hacetlerini karşılayacak olan “vasıta insanlar” vardır. Dolayısıyla da tüm ilgilerini bunlara gösteriyor ve dualarını bunlara yapıyorlar.

   Bazıları şöyle derler: “Biz onlara tapmıyoruz, bunlar bizim ihtiyaçlarımızı karşılamak için birer vesiledirler! Oysaki Kuran’da hiçbir zaman böyle bir şeye izin verilmemiştir ve Kuran, böyle bu gibi kimselerin vasıtalığından söz etmemiştir!

   Geçmiş dönemlerde de aynen bu durum vardı. Zümer Suresinde de denilen budur. “Onlara (müşriklere); “Niçin Allah’tan başkalarını evliyalar edindiniz?” denildiğinde, “Biz ki bunlara tapınmıyoruz” derlerdi ve “bunlar bizleri Allah’a yakınlaştıran şeylerdir” diye söylerlerdi.

- “Bizlerin Allah’a daha fazla yakınlaşmamıza vesiledirler.” (Zümer: 3)

   Yani “bunlar tagerrub (Allah’a yakınlaştırma) vesilesidirler! Bunlar bizlerin şefaatçilerimizdirler. Bizler bunlara yalnızca tevessül ediyoruz! Ve tevessülden kastımız da onlara tapmak değildir! Bizler, dünyevi ihtiyaçlarımızdan dolayı tevessülde bulunuyoruz, tevessülde bulunduğumuz bu büyüklerimiz, gerçekte bizlerin ihtiyaçlarını gidermek için vardırlar. Bizler de bunları, Allah ile kendi aramızda vesile karar kılıp ihtiyaçlarımızı O’ndan talepte bulunsunlar diye onları aracı yapıyoruz!” gibi mazeretler uydururlardı!

   İşte şirk denilen şey buralardadır! İnsanların bu mesirde karar kılınmalarıdır. Bu türden insanlar, Allah perestliğin “dikey tarafında” karar kılmıyorlar, “yatay tarafında” karar kılıyorlar. Allah’ın dikeyi şudur: “Yani biz Allah’a tapıyoruz, peygamber ve imamlardan da “ihlaslı bir şekilde” Allah’a nasıl tapıldığını öğreniyoruz!”

   Bunun hiçbir sakıncası yoktur ve hem de güzeldir. Çünkü Allah perestliği güzel ve ihlaslı bir şekilde yerine getirmek için peygamber ve imamların öğretmenlik etmeleri, onların vazifeleridir.

   Bir kısım insanlar da Allah’ın “yatay tarafında” karar kılıyorlar! Yani bunlar, Peygamber, imam ve evliyayı, Allah’ın yanına yerleştirmişlerdir. Gerçekte bu türden insanlar, Allah ile değil, Allah’ın yanına yerleştirdikleri peygamber, imam ve evliya ile irtibat kuruyorlar ve bu tasavvura göre bu zatlar, kendilerinin sorunlarını halletmiş olacaklar!

   İşte Kuran ayetlerine iyice dikkat eder isek, neden Kuran’ın bu konuya (Tevhit’e) fazlasıyla vurgu yaptığını anlamış oluruz!

   Kuran niçin “Allah tektir!” (İhlas:1) diyor?

“Allah”; “insanın kendisiyle gerçekleştirdiği uluhiyet gücü” demektir! Dolayısıyla insanın mabudu ve maşuku tektir ve birden fazla değildir!

-“Allah Samettir!” Yani doludur, kamildir, ihtiyaçsızdır, bir eksikliği yoktur ki diyelim faraza falan hususta sorunu vardır ve bundan dolayı da ben Allah’ın dışında başka birinden yardım alıyorum!

   Kuran’ın birçok ayetinde şefaat ile ilgili bir ayet geçtiğinde, hemen peşince, “Allah, sizin kendilerinden şefaat talebinde bulunmak için gittiğiniz insanların geçmişlerini ve geleceklerini çok iyi biliyor!” (Taha: 110) diye söyler.

   Yani hiçbir şey Allah nezdinde meçhul değildir ki, birisi ona gelip “bu şahsa yardımcı ol” desin! Allah her şeyi en iyi bilendir.

   Hiç kimse de Allah’tan daha merhametli ve daha sevecen değildir ki, Allah’ın kalbini merhamete getirmiş olsun! Şayet birilerinin kalbinde merhamet vardırsa, onun kaynağı da merhameti sonsuz olan Allah’tır. Allah, o engin merhametinden birilerinin kalbine bir toplu iğnenin başı kadar o merhametinden bırakmıştır!

   Demek ki her şeyi bilen O’dur. O taktirde biz birisine gidip onun Allah ile aramızda vasıta olması için ne söyleyebiliriz ki?

   Allah, bizim içimizdedir. Bizim içimizdeki sırlardan haberdardır. Bizler, kendimiz bir şeyi anlamadan önce, o biliyordur. Bizler bir şeyi görmeden önce O görüyordur! Bizler bir şeyi duymadan önce O duyuyordur. Bizler bir şeyi hissetmeden önce O hissediyordur. Çünkü bunların tümü de bizim içimizdeki bir takım fiil ve infiallerden ibarettir. O fiiller sonuca ulaşmadan önce ve kalbimize varmadan evvel, Allah bizim ne türden sorunlarımız olduğunu biliyordur. Öyleyse birilerinin Allah’a bir şeyler söylemesine gerek yoktur ki Allah da onu dinledikten sonra bize yardım etmiş olsun.

   Dua, şefaat ve tevessül meselesi de “mekaniksel” bir mesele değildir ki ben gidip birini bulayım. Ve yine dünyevi işler gibi değildir ki birisine “Allah’a git benim için şunu yapmasını istekte bulun” diyeyim.

   Hayır! Bunların tümü de içsel meseledir. İnsanların ruhen etkilenmesi gerekir! Dua, şefaat ve tevessülün Allah ile irtibatı kalpledir, kalbi irtibatın da aracıya ihtiyacı yoktur. İnsanın kendisi Allah ile irtibat kurmaya en yakın olandır. Çünkü kalbi bununla huzur buluyor ve ruhu değişiyor. Kendinde bir değişim meydana geliyor. Böylece de şayet gerçekten bir haceti var ise yerine getirilmiş oluyor. Kısacası bu işler; başkalarına bizim söyleyip de onlardan yardım isteyeceğimiz konulardan değillerdir.

   Kuran şöyle buyuruyor:

- “Onlar ki, siz onları çağırıyorsunuz! Bunların kendileri Allah’a tevessül ediyorlar! (Bunların kendileri Rablerine karşı bir vesile bulmanın peşindeler!) Bunlar tagarrubun peşindeler. Bunların kendileri Allah’ın rahmetini ümit ediyorlar! Onların kendileri Allah’ın azabından korkuyorlar!” (İsra: 57)

   Yani Kuran diyor ki, siz niçin onların peşinden gidiyorsunuz? Bunların kendilerinin dahi kafaları başka yerlerdedir! “Siz niçin kendiniz direkt olarak Allah’a gitmiyorsunuz?”

   Peki Kuran bu sözü kime söylüyor?

   Kimi müfessirlere göre Kuran’ın bu sözü müşrikleredir! Ben bu sözün doğru olduğunu kabul etmiyorum, zira;

Birincisi; putlar insanlar için hiçbir şey yapmazlar!

İkincisi; putlar cansız şeyler oldukları için Allah’ın rahmetinin peşinde olmazlar!

   Ayet diyor ki, “sizin çağırdığınız o kimselerin kendileri, Allah’ın rahmetine göz dikmişlerdir. Onların kendileri Allah’tan korkuyorlar! Onların kendileri Allah’a ulaşmak için tevessül ediyorlar, siz nereye gidiyorsunuz?” (İsra 57’de bunlar geçiyor!)

   Bu ayeti okuduğumuzda, bunun öncesinde de peygamberlerin hikayelerinden söz ediliyor. Dolayısıyla, buralardan baktığımızda Kuran’ın bu sözünün (İsra/57) enbiya’ya dair söylenmiş sözler olduğunu söylemek mümkündür. Yani Allah ile kendi aramızda vesile olması için enbiyayı dahi çağırmak doğru değildir. Çünkü enbiya da kendileri için birer vesile arıyorlar ve Allah’ın azabından korkuyorlar! Dolayısıyla onları da çağırmamak lazım!

   Bizler “Duay-ı Kumeyl’i” okuyoruz. Orada İmam Ali (as)’ın şöyle söylediğine şahit oluyoruz:

- “Allah’ım! Ben sana Rububiyetin ile tevessül ediyorum!”

   Dikkat ederseniz “Ben sana peygamberin ile tevessül ediyorum” demiyor!

   Yine şöyle diyor:

- “(Allah’ım!) Senin kendini, kendime şefaatçi olarak tutuyorum!”

   İşte “halis tevhit” budur! İnsan bu türden bir tevessül ile hem Allah’ın “Rububiyet” sıfatı ile O’na tevessül etmektedir hem de Allah’ın kendisini direkt (aracısız) olarak kendisine şefaatçi karar kılmaktadır. İşte aracısız ve “halis” tevessül budur! Fakat her perşembe akşamları okunan bu duaya (Kumeyl duasına) Şiiler yeterince dikkat göstermiyorlar!

   Zümer Suresinde geçen tüm konular, “İhlas dersleri” olarak nitelendirilmiştir! Yani Allah dinde “halis” olmayı istemiştir. Surenin ilk başlangıcı da öyledir.

- “Din; halis bir şekilde yerine getirilmelidir!” (Zümer:3)

   Yoksa Allah, insanın hem kendisine tapıp hem de kulu ile kendisi arasında birtakım şeylerin vesile karar kılınmasını kabul etmemektedir!

   Yine Kuran, defaatle peygambere şöyle demektedir:

- “De ki: “Dini Allah’a özgü bilerek O’na ibadet etmek bana emredildi!” (Zümer: 11) Yani din, halis bir şekilde yerine getirilmelidir.

   Kısacası; müşrikler Allah’ın evreni yarattığını kabul ediyorlardı. Allah; Rablerin Rabbidir, her şeyi O yaratmıştır diyorlardı. Fakat müşriklerin Tanrı inancına göre Allah, aynen bir ülkenin padişahı gibiydi. O padişahın genel halk ile işi olmaz, işi vezirlerle olurdu!

    O ilahların da kendi aralarında rütbe farklılıkları vardır! Yine onların  aynen şehrin valisi, kaymakamı, müdürü vs. gibi bir hiyerarşisi vardı ve en sonunda da köylülere ulaşırdı.

   Bir müşrik şöyle düşünürdü; Benim Allah ile işim olmaz. Benim vasıtaları görmem gerek. Mektubumu en alt tabakada bulunana yazmalıyım ki, o da bunu en üst makamda bulunana ulaştırmış olsun.

   İşte böyle bir tasavvur, dünyevi ve de beşerî bir tasavvurdur! Allah ile ilgili bu tasavvurlar asla doğru değildir. Allah, her an için hizmetçileri ile irtibat içerisinde bulunan bir padişahtır ve sürekli onların içerisindedir!

   Toparlamalı olursak; bizler direkt olarak ve hiçbir aracıya tevessül etmeden Allah’a gitmeliyiz! Tevessülümüz Allah’a olmalıdır. Şefaatçimiz Allah’tır. Tüm ihtiyaçlarımız ve tüm irtibatlarımız Allah’adır! Diğer salih kullardan ise ders almalıyız. Allah prestliği onlardan öğrenmeliyiz. Allah perestişimiz için bizim en güzel örneğimiz peygamberimiz ve imamlarımızdır.

   Bizim için en güzel örneklerimiz, Kuran ve İslam’ın kucağında büyüyenlerimizdir. Eğitimlerini Kuran ve İslam’dan alanlarımızdır.  Bu hususlarda bizler onlara yönelmeliyiz, onlardan öğrenmeliyiz. Böyle olur isek, Allah’a hakkıyla kulluk yapmış oluruz! Bu büyüklerimizin etkisi, bizlerin hacetlerini karşılamak için değil, Tevhide vasıta olmak içindir!